Eski BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği New York Ofisi Direktörü Craig Mokhiber, “İsrailli lobi grupların tacizlerine boyun eğdiler. BM, başarısız olmuş eski bir siyasi paradigmaya takıldı kaldı.” dedi.
AA
İsrail’in abluka altındaki Gazze Şeridi’ne saldırıları 7 Ekim’den beri şiddetini artırarak sürüyor..
Bölgede sivil yerleşim alanları dahil, hastaneler, camiler, kiliseler, mülteci kampları İsrail tarafından bombalanıyor.
BM’nin Filistin konusundaki yetersizliğinden dolayı 32 yıllık kariyerini sonlandırdı
Bu duruma sesini çıkararak, tepkisini bir şekilde ortaya koyanlar da var.
BM’nin Filistin’deki gelişmelere ilişkin tepkisini yetersiz bulması
nedeniyle kurumdaki 32 yıllık görevinden ayrılan Eski BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği New York Ofisi Direktörü Craig Mokhiber, Filistin’deki
gelişmeleri “soykırım” olarak tanımlayarak, bu çerçevede BM’nin
yetersizliği, İsrail’in planı ile ABD ve Avrupa’nın oynadığı rol
hakkında AA muhabirine değerlendirmelerde bulundu.
“BM içinde beni susturmaya yönelik çaba başladı”
BM’den ayrılma sürecinden başlayabilir miyiz? Bu süreç nasıl gerçekleşti?
Mokhiber soruyu cevaplarken şu ifadeleri kullandı:
“Öncelikle röportaj için teşekkür ederim. Aslında süreç martta, Batı Şeria’daki saldırılar, İsrail ordusunun sivillere yönelik saldırıları ve İsrailli yerleşimcilerin Havara köyündeki katliamının ardından başladı.
Ben, bunların olağanüstü gelişmeler olduğunu ve endişe verici düzenin devamı olduğunu, BM’nin bu ihlallere sesli şekilde cevap vermesi gerektiğini düşündüm. BM’den gelen tepkinin biraz yumuşak olduğunu hissettim. Şahsen hem kamusal alanda hem özel görüşmelerimde hem de sosyal medyada oldukça yüksek sesle dile getiriyordum.
Bir süre sonra BM içinde beni susturmaya yönelik bir çaba gelişmeye başladı, düşüncelerimi çok sesli şekilde dile getirmemem söylendi. Bunun daha sonra İsrail lobi gruplarının uyguladığı dış baskıdan kaynaklandığını öğrendim. İsrail’in, ihlaller hakkında bizi susturmaya çalıştığını öğrendim. Bunun tamamen uygunsuz olduğunu düşündüm.
Söz konusu güçlü Batılı devletler olduğunda, BM’nin daha küçük ülkeler ya da silahlı gruplar hakkında konuştuğu kadar güçlü konuşmadığını geçmişte de görmüştüm. Bu tutarsızlığın, uluslararası kural ve standartları inşa etme rolümüzü zayıflattığını düşündüm ve şikayetçi oldum. Daha güçlü şekilde konuşmamız gerektiğini söyledim. Konu hakkında artık kamusal alanda konuşmamam gerektiği, sadece BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nin kayıt altında söylediklerini beyanlarımda kullanabileceğim bildirildi.
Bunların yetersiz olduğunu düşünerek, BM’ye özellikle İsrail ve ABD gibi güçlü ülkeler bizim konuşmamızı istemediğinde daha güçlü olmamız gerektiğini, bizi ürkütmeye çalışan lobi gruplarından korkmamamız gerektiğini ve gerçeği söylememiz gerektiğini ilettim. Bu yapılamazsa da 32 yıllık kariyerimi sürdürdüğüm BM’den ayrılacağımı söyledim.
Özellikle ekimde sahadaki durum kötüleşti ve Gazze Şeridi’nde toplu katliam gerçekleşmeye başladı. Bu da benim uluslararası toplumun ve BM’nin Filistin’de insan haklarına ilişkin hatalarını mektupla kaleme almama yol açtı, değişim talep ettim. Mektup sızdı ve hızla yayıldı.”
“Üst düzey İsrailli liderler, kamuya açık şekilde soykırım niyetlerini dile getiriyor”
Söz
konusu mektubunuzda, Gazze’deki gelişmeleri soykırım olarak tanımlıyor,
Boşnaklar, Yezidiler ve Tutsilere yapılanlarla bir tutuyorsunuz.
Gazze’deki durumu neden soykırım olarak tanımlıyorsunuz?
Mokhiber:
“Soykırım teriminin sıklıkla siyasi olarak ihlal edildiği ve siyasileştirildiği bilinciyle soykırım olarak tanımladım. Bazen insanlar suçun delili olmadan da soykırım iddiasında bulunuyor ya da başka durumlarda gerçekten soykırım varken terimi kullanmaktan çekinebiliyor.
Uluslararası insancıl hukuk avukatı olarak, uluslararası hukukta ve BM Şartı’ndaki soykırım tanımına dayanarak bunu savunuyorum. Olaylar hakkında kanıt varsa, açık şekilde söylemek gerekiyor çünkü (soykırım) sözleşmesi uyarınca sadece soykırımı cezalandırmak değil, engellemek de bir zorunluluk. Gerçek soykırım gerçekleşirken de uluslararası toplumda bir sessizlik görüyorsunuz. Genellikle, ‘Buna mahkeme karar verir, biz karar veremeyiz.’ tarzında söylemler ortaya çıkıyor. Tabii ki tüm suçlara mahkeme karar verir. Ancak soykırımı engelleme zorunluluğu olduğu için soykırım gerçekleşirken adını koymaktan çekinmemeliyiz. Yoksa engellemek için çok geç olur.
Bu durum ise birçok açıdan özel. Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan birçok maddenin Gazze ve Filistin’in diğer yerlerinde gerçekleştiğini görüyoruz. Toplu katliam açık şekilde var. Ciddi zarar verme, bu da. Bir grubun bir kısmını ya da hepsini yok etmeye yönelik hayat koşulları dayatma, bu da çok açık. Gazze’de yıllardır süren kuşatma, Gazzelileri gıda, ilaç, su, hijyen, sağlık hizmeti, hareket serbestisi, yani düzgün bir hayat yaşamak için gerekli her şeyden mahrum bırakıyor. Bu anlamda çok güçlü deliller var.
Ancak daha da önemlisi, soykırımda genellikle niyeti ispatlamak zordur. Çünkü eylemlerin soykırım suçu olması için bir grubun bir kısmını ya da tümünü yok etme niyeti olması gerekir. Normalde soykırım soruşturulurken de devlet arşivleri, gizli belgeler ve tozlu kutulardaki yetkililer arasındaki konuşmalara ulaşmanız gerekir. Ancak İsrail’e yönelik cezalandırmadan kaçınma ortamı o kadar yaygın ki, üst düzey İsrailli liderler, kamuya açık şekilde soykırım niyetlerini dile getiriyor. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, üst düzey askeri yetkililer, hükümetle bağlantılı düşünce kuruluşları soykırım niyetini ortaya koyan açıklamalar yaptı. Bu kadar açık bir şekilde soykırım niyetinin beyan edilmesi her zaman karşılaşır bir durum değil.
Diğer önemli bir husus ise gelişen olayları onlara neden olan bağlamda değerlendirmek gerek. 1948’den beri İsrail tarafından Filistinlilere yönelik etnik temizlik eylemleri gerçekleştiğini görüyoruz. Bunlar 1948’deki Nekbe’den beri hız kesmeden devam ediyor. İsrail içinde bazı köyler, sonra Doğu Kudüs, sonra Batı Şeria ve şimdi de Gazze’nin kuzeyinde olanlar. Parçaları birleştirdiğinizde, en azından ilk bakışta bir soykırım olduğunu söylemeniz gerekir. Bu durumda olduğu kadar açıksa da uluslararası toplumun buna uygun hareket etme zorunluluğu olduğunu düşünüyorum.”
“Batı’nın bunun bir parçası olduğunu düşünüyorum”
Filistin’deki
durumu Avrupa’nın etno-milliyetçi, yerleşimci sömürgeciliğine dayanan
projesi olarak tanımlarken halen tüm Batı’nın bunun içinde olduğunu mu
düşünüyorsunuz? Arap dünyasını karşısına almak pahasına neden böyle bir
şey yapmaya devam ediyor Batı? Böyle bir motivasyonun ardında neler var
sizce?
Mokhiber:
“Bu Batı’nın ilk yerleşimci sömürgeciliğine dayanan projesi değil. Bu Batı’dan ortaya çıkan bir uygulama. Yerli halklar için korkunç sonuçlar doğuran bir gerçek. Sadece Filistin’de değil, Amerika’da ve başka yerlerde. Batı’nın bunun bir parçası olduğunu düşünüyorum. Cenevre Sözleşmesi, devletlerin suç ortağı olmamaları gerektiğini savunur. Bu ihlal edilmiş durumda. Ama daha da kötüsü, aktif suç ortaklığı görüyoruz. Tüm bu suçlar işlenirken, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini kolaylaştırmak için örneğin ABD’nin finansman, silah, istihbarat, diplomatik kılıf ve hatta BM Güvenlik Konseyinde veto imkanı sağladığını görüyoruz. Bu yasal olarak suç ortaklığıdır ve ABD de sorumludur. Evet, bu nedenlerden ötürü Batı bunun içindedir.
ABD, İngiltere ve birkaç Avrupa ülkesi, sadece İsrail’i desteklemiyor, aynı zamanda kendi ülkelerindeki tepkileri bastırmaya çalışıyor. Filistinlilerin insan haklarını savunmak için düzenlenen protestoları yasaklıyorlar, İsrail’i sorumlu tutmayı yasaklıyorlar. Tüm bu etkenlerin birleşimi, bazı Batılı ülkelerin suça ortak olduğunu gösteriyor.”
“İsrail’in sözde insani ara uygulaması bir suçtur”
ABD
bir şey başarmış gibi İsrail’in insani aralar vermeyi kabul ettiğini
duyurdu. Sözde “insani ara” denilen uygulama, İsrail’in elini zayıflatan
mı yoksa güçlendiren bir şey mi?
Mokhiber:
“Günde 4 saatlik olacağı söylenen bu sözde insani aralar anlamsız. Çok yoğun nüfuslu ve ciddi yıkıma uğramış ve düzgün altyapının bulunmadığı bir bölgede, engelli, yaralı insanların, hamilelerin ve yaşlıların bulunduğu insanlar için 4 saat bana çok saçma geliyor. Katliamlara 4 saat ara vermenin insani bir yönü yok. Topluma ne diyor bu? Siz önden hareket etmeye başlayın, 4 saat sonra tekrar gelip sizi öldürmeye devam edeceğiz. Bırakın insani bir eylem olmasını, bu hesabının verilmesi gereken bir suçtur.”
“Nekbe devam ediyor”
Gazze’deki durum yeni bir Nekbe’ye dönüşebilir mi? Ne tür benzerlik ya da farklılıklar görüyorsunuz?
Mokhiber:
“Aynı Nekbe olduğunu düşünüyorum. 1948’de başlayan ve daha sonra Filistinlilere yönelik etnik temizlik eylemleriyle devam eden aynı Nekbe olduğunu düşünüyorum. Biz konuşurken Batı Şeria’da gerçekleşmeye devam ediyor. İsrailli yerleşimciler ve İsrail askerleri köyleri bozguna uğratıyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyinde toplu temizlik görüyoruz. Bunlar Nekbe’nin devam ettiğini, etnik temizliğin devam ettiğini gösteriyor ve daha büyük bir soykırımın parçası.”
“Amaç tüm tarihi Filistin’i ele geçirmek”
İsrail,
Batı Şeria’da da bazı planlar uyguluyor. Daha büyük resimde İsrail’in
nasıl bir demografi projesi var? Kontrol ettiği toprakları tümüyle
Filistinlilerden arındıracak mı? Bu ne kadar mümkün?
Mokhiber:
“Hedef bence çok açık. Gizli koridorlarda konuşulan bir şey değil, İsrailli liderler her yıl dile getiriyor. Amaç tüm tarihi Filistin’i ele geçirmek. Geriye sadece Batı Şeria’nın birkaç bölümü ve Gazze Şeridi kalıyor. Gazze’de de ne olduğunu görüyoruz. Batı Şeria’da ilave köylerin tasfiyesi uzun zamandır süren ve Filistin topraklarına el koymayı amaçlayan planın devamı. Batı Şeria’nın haritasına baktığınızda, iki devletli çözümün saçmalık olduğunu görürüsünüz. Batı Şeria’da sürdürülebilir bir Filistin devleti için bir şey kalmadı. Niyetin çok açık olduğunu düşünüyorum, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’e kadar etno-milliyetçi, yerleşimci sömürgeciliğine dayanan projeyi sürdürmek ve yerli Filistin halkının yerini İsrailli yerleşimcilerle doldurmak.”
“İki devletli çözüm imkansızdır”
Konuşmanızın
başında da mektubunuzda da BM’deki anahtar bölümlerin son yıllarda ABD
ve İsrail lobisince ele geçirildiğini söylediniz. Burada hangi
birimlerden bahsediyorsunuz?
Mokhiber:
“İnsan hakları ve insani yardım çalışanları ya da bağımsız insan hakları mekanizmalarından bahsetmiyorum. Onlar kahramanca ve prensipli şekilde sahada iyi işler yapmaya devam ediyor. Tabii ki 100’den fazla İsrail bombaları tarafından öldürülen BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansındaki (UNRWA) meslektaşlarımdan da bahsetmiyorum. BM’nin siyasi kısmından bahsediyorum. Siyasi liderler, BM Güvenlik Konseyi gibi hükümetler arası birimlerden bahsediyorum.
İki konuda hata yaptılar. Birincisi, ABD, İngiltere ve Avrupa’daki bazı ülkelerin güçlü teşebbüslerinden ötürü sindiler. Kendini İsrail hükümetinin cezasız kalmasına ve insan hakları savunucularına iftira atmaya adayan İsrailli lobi grupların tacizlerine boyun eğdiler. Bunun göz korkutucu bir durum olduğunun farkındayım. Bu iftira kampanyalarına maruz kaldım ve gerçekten rahatsız edici.
Ama kurumun bunlara baş kaldırma ve boyun eğmeme zorunluluğu var. Kurumun görevi sesini kısmak değil, aksine sesini yükseltmek ve gerçeği söylemek. Neticede sadece izin verirsek susturulabiliriz. Beni de susturmaya çalıştılar ve bunu kabul edemeyeceğim için ayrılacağımı açıkladım.
Diğer sorun ise BM, başarısız olmuş eski bir siyasi paradigmaya takıldı kaldı. 30 yıl önce Oslo süreciyle başlayarak, BM, İsrail ve Filistin’de uluslararası hukuk, uluslararası insancıl hukuk ile eşitliğe odaklanmayı bıraktı ve bu şekilsiz siyasi plana odaklandı. İki devletli çözüm için işi taraflara bıraktı. İki devletli çözüm imkansızdır çünkü Filistin devleti için bir şey kalmadı. Olsaydı bile sorunu çözmezdi çünkü Filistinlilerin İsrail içinde ikinci sınıf vatandaşlığa itilmesi anlamına gelirdi. İsrail hükümetinin bir anda1967 sınırlarına döneceğini ve tüm toprakları Filistin devletine iade edeceğini düşünmüyorum. Uluslararası koridorlarda herkes iki devletli çözümün gerçekçi olmadığını biliyor. Fiilen, tüm tarihi Filistin’i kontrol eden tek bir devlet olduğunun farkındalar. Ancak bu Filistinlilerin hiçbir hakkının bulunmadığı bir ‘apartheid devleti’. Yetkililer bunu söyleyerek kolayı seçiyor çünkü iki devletli çözüm diyerek, yerleşimci sömürgeciliği, etno-milliyetçilik ve Filistin halkının maruz kaldığı işkence ve yerinden edilme gibi temel sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıyorlar.
Oslo paradigması ve iki devletli çözüm bir nevi perde görevi görmüş, arkasında Filistin halkına yönelik zulüm, mal ve mülk zapt etme devam etmiştir. O yüzden bu paradigmadan uzaklaşılması ve İsrail ve Filistin’e de dünyanın geri kalanından talep ettiğimiz insan hakları ilkelerinin uygulanması gerektiğini söylüyorum. Tüm Hristiyan, Müslüman ve Yahudilere eşitlik sağlayan, herkesin haklarının eşit olduğu demokratik ve laik bir devlet. Her yerde bunu istiyorsak, neden burada talep etmiyoruz. Bunun alternatifi korkunç bir statüko ve sürdürülemez.”
“Batı’nın İsrail’e karşı borcu olduğu doğru”
Maalesef
son gelişmeler de statükonun bölgede neye yol açtığını gösteriyor.
Sizin insan hakları avukatı olarak 30 yıldan fazla deneyiminiz var ve
konulara tarihsel perspektiften de bakıyorsunuz. Batı’nın, özellikle de
Avrupa’nın İsrail’e güçlü ve tutkulu destek vermesinde, antisemitizmin
beşiği ve soykırıma sahne olmuş bir kıta olmanın getirdiği diyet borcu
da olabilir mi? Yani Batı’nın bir borcu mu var İsrail’e?
Mokhiber:
“Evet bu doğru, özellikle de korkunç Holokost soykırımının sorumluluğunu taşıyan Almanlar için. Sorun şu ki, temel öğrenmeleri gereken dersi öğrenmemişler. ‘Bir daha asla’ herkes için geçerli olmalı. Şimdi Alman hükümetinin Müslümanlara, Araplara eziyet ettiğini, insan hakları savunucularını susturduğunu, onların Gazze’de olanları protesto etmelerini engellediğini görüyoruz. Bunlar çok rahatsız edici ve Avrupa hükümetlerin ders almadığına işaret ediyor. Avrupa, Batı ve ABD’nin yerleşimci sömürgeciliğine ve yerli halkların haklarına yönelik kör noktaları var.
Dünyanın farklı yerlerinde bu durumlardan sorumlu oldular. Yerleşimci sömürgeciliği hemen hemen her zaman soykırıma yol açar. Batı bununla yüzleşmekte zorlanıyor. Ancak işe yaramıyor. Tüm yasaklara rağmen, binlerce Hristiyan Müslüman, Yahudi, insan hakları savunucusu ve barış aktivisti, tutuklanma, dövülme ve iftira riskine rağmen birlikte Batı başkentlerinin sokaklarında gösteri düzenliyor. Hükümetlerinin Filistin’deki korkunç eylemlere desteklerine karşı çıkıyorlar. Bunun ümit verici olduğunu düşünüyorum. Farklı inançlardan, farklı milletlerden insanlar, bunun son bulması için ayaklanıyor, dönüm noktası olacağını düşünüyorum.
Güney Afrika’da olduğu gibi bu tür dayanışmanın devamını göreceğiz. İroni şu ki, 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edildiği yıl Filistinlilere yönelik soykırımın başladığı Nekbe oldu. Aynı yıl Güney Afrika’daki ‘apartheid’ devletinin başlangıcı oldu. Uluslararası toplumun bu sistem yıkılana kadar Güney Afrika için yaptığı açık. Ancak Filistin’de Oslo diyerek bu tutumu göz ardı ediyorlar. Böylelikle sahada durum daha da kötüleşiyor. Artık ‘apartheida’ karşı dersimizi öğrenmeli ve tüm dünyayla dayanışma içinde aynı çabayı İsrail ve Filistin için de göstermeli ve her durumda talep ettiğimiz eşitliği talep etmeliyiz.”
“UCM’de çifte standart olduğu açık”
Soru:
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Rusya-Ukrayna Savaşı’nda hızla
harekete geçti bir devlet başkanıyla ilgili süreç başlattı. Filistin
konusunda bu mekanizmalarda nasıl bir direnç ve algı gözlemliyorsunuz?
Mokhiber:
“M’de güçlü Batılı ülkelerin dış baskıları nedeniyle korku haline baktığımızda, aynı şeyin mahkemedeki savcı için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Batı’nın siyasi baskısı nedeniyle UCM’de çifte standart olduğu açık.
Ukrayna’ya ilişkin başvurulara ne kadar hızlı cevap verdiklerine ve savcılığın yıllardır Filistin de dahil başka insanlığa karşı suçlara karşı ayağını sürüdüğüne bakarsanız, sorunun nerede olduğunu görürsünüz. Ancak henüz UCM’den vazgeçemeyiz çünkü ona ihtiyacımız var. UCM’nin sadece Afrika’daki insanları yargılamak için bir mekanizma olmadığını kanıtlaması gerekiyor. Esasen uluslararası ceza hukukuna bağlı bir küresel mekanizma olduğunu ve İsrail, Batılı ülkeler ile suç ortaklarını sorumlu tutacağını göstermeli.
UCM’de bazıları bu durumun mahkemenin güvenirliğine karşı varoluşsal tehdit olduğunu fark etmeye başladı. Umarım gelecek günlerde gerekli rolü oynarlar. İnsanların şiddete başvurmaması için barışçıl çözüm sağlayan yargı mekanizmalarına ihtiyaçları var. Mahkeme bunu başaramazsa, bu insanlık adına büyük bir kayıp olur. Güvenmemiz için daha çok zamana ihtiyaç var ancak bu yönde baskı yapmaya devam etmeliyiz.”
“UNRWA’nın varlığı çok önemli”
UNRWA,
Filistin’de nasıl bir rol üstlendi? Sürekli İsrail tarafının
hedefindeydi ama dışardan fark edilmeyen şeyler de var mı acaba UNRWA
çalışmalarıyla ilgili?
Mokhiber:
“Bence İsrail’in hedef almasının nedeni, UNRWA’nın yerli Filistin halkının hayat tarzının devam etmesine imkan sağlaması. Bu da yerleşimci sömürgecilik projesini tehdit ediyor. UNRWA olağanüstü bir örgüt. Çalışanlarının çoğu Filistinli mültecilerden oluşuyor. Filistinliler kendi devletleri, kurumları ve kendi hayatlarını inşa etmekten mahrum bırakıldı. Evleri, çiftlikleri, okulları, camileri, kiliseleri, kurumları onlardan koparılıp alında ve mülteci statüsüne dönüştürüldüler.
UNRWA, sadece Filistin’de değil, Lübnan, Suriye ve Ürdün’de Filistin halkının yaşamasına ve kültürlerini sürdürmelerine imkan tanıyor. Bu kutlanmalı. UNRWA’yı sevmiyorlarsa, o zaman izin versinler Filistinliler evlerine dönsün, onur içinde, özgür ve eşit vatandaşlar olarak topraklarında yaşasın, kaçmak zorunda kalmasın. Ancak bu sağlanana kadar UNRWA’nın varlığı çok önemli. Son haftalar UNRWA çalışanlarının ne kadar cesur olduğunu gösteriyor. Onlarla dayanışma içinde olmalıyız.”
Haber Kaynağı: Anadolu Ajansı (AA)
Kaynak: www.ensonhaber.com