“Terörsüz Türkiye” çabalarının, özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerini yıllarca etkileyen olumsuzlukları ortadan tamamen kaldıracağı umudu giderek artıyor. Türkiye sınırları içerisinde zaten kökü kazınan terörün, ülke sınırları dışında da sonlandırılması herkesin dileği. Bu arada gelişmelerin başka yansımaları da oluyor.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel’in geçtiğimiz hafta üzerinde çalıştıklarını açıkladığı “paket” de bu yansımalardan. Özel, “Kürt sorununu inkâr etmeyen bir demokratikleşme paketi üzerinde çalışıyoruz.” açıklamasında bulundu. CHP’nin çalışmasından ortay nasıl bir paket çıkacak bilinmez ama partinin geçmişteki kimi “Kürt Raporları” fevkalade tuhaf önerilerle doluydu.
UMUMİ MÜFETTİŞLER BÖLGEDE
CHP Hükümeti, 1920’li yılların ortalarından itibaren Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde peş peşe meydana gelen asayiş olaylarıyla birlikte güvenlik temelli politikalara ağırlık vermişti. Ancak yönetim, asayişi sağladıktan sonra da bölgeye yönelik sert tutumunu sürdürmüştü. Hükümet ayrıca, dönemin sosyokültürel politikalarında, farklılıkları dikkate almayan, etnik kültürel çeşitliliği inkâr eden “Türkçü” bir tutumu da benimsemişti.
Bu amaçla da doğu bölgelerinde yetkileri çok geniş Umumi Müfettişlikler kurulmuş, ihdas edilen bu kadrolardaki müfettişler, gerek güvenlik gerekse sosyal politikalar konusunda bölgenin neredeyse tek hâkimi olmuşlardı.
Hatta müfettişler, yargısal birçok yetkiyi bile üstlenmişlerdi. Tek parti hükümeti, bütün bu politikaları bir de kanunla pekiştirmek için İskân Kanunu çıkartma hazırlığına da girişmişti. Kanun hazırlanırken de 1934 yılında çıkartıldıktan sonra da Umumi Müfettişlerden raporlar istenmişti. Müfettişler arasında milletvekili, bürokrat, gazeteci ve yazarlar yer almıştı.
ONLAR “DAĞ TÜRKÜ”, “BOZULMUŞ TÜRK”
Umumi Müfettişlerin raporları, genel olarak sosyal gerçekleri görmezden gelen, temelsiz ve toplumda karşılığı olmayan kültürel doktrinleri dayatan ve her halükârda sert güvenlikçi politikalara yaslanan bir içerikteydi.
Bu müfettişlerden birisi olan Türk Ocağı mensubu Hasan Reşit Tankut’un anlayışınca ülkede “Kürt” diye bir şey yoktu. Tankut’un raporunda anlatılanlara göre, bölgedeki insanlar “Dağ Türkü”ydü, “Yayla Türkü”ydü, “Bozulmuş Türk”tü. Raporda, “Bir kısmı Kürtlüğü nasıl ve ne zaman kabul ettiği belli olmayan Kürtler, bir kısmı da birçok vaziyetler itibariyle ve tarihi kayıtlara göre Türk iken Kürtlüğe asimile olmuş adamlarıdır.” denilmekteydi.
Tunceli ve Ovacık’ta da incelemeler yapan Hasan Reşit Tankut, Alevilik konusunda da ret ve inkâra saplanmıştı. Bölgedeki gençlerin kendilerini, “Horasan’dan gelen Türkler” olarak tanımladıklarını anlatan Tankut, buna karşın onları samimi bulmadığını belirterek, bu grupların sahte Türkçülük yaptığını iddia etmişti.
ÖTEKİLEŞTİRMEDE ZİRVE: KÜRTLERİ YURT DIŞINA ÇIKARTALIM
Umumi Müfettişlerden bir başkası, Cevat Dursunoğlu ise sorun gördüğü vatandaşlara ilişkin çok radikal önerileri raporuna geçirmişti. Dursunoğlu raporunda, Kürtleri yekten yabancı bir topluluk olarak nitelendirmişti. Kürtlük, en geniş tanımıyla Türklüğün yanında ya da onu oluşturan unsurlardan biri değil, Türklüğün karşısındaki “yabancı bir unsur”du, dolayısıyla “Kürt bölgesi” dağıtılmalıydı.
Cevat Dursunoğlu’nun zihniyetine göre, ülke içindeki yer değiştirme pratiklerinin bir faydası olmayacağından; “çözüm”, bölgedeki Kürtleri toplu bir şekilde Irak ve Suriye’ye yönlendirerek ülke dışına çıkartmaktı.
Cevat Dursunoğlu, “yabancı unsurlar” için bir sınır da çizmekteydi. Ona göre bu bölge, Erzurum Palandöken dağlarından başlayıp, Kars Göle ile Urfa Birecik’te bitiyordu. Dursunoğlu, bir başka değerlendirmesinde ise bu sınırın Keban’dan başladığını iddia etmişti.
Aynı dönemde rapor hazırlayan bir başka isim, CHP Genel Sekreteri, edebiyatçı Memduh Şevket Esendal da benzer şekilde, “bu unsurlar”ın yurt dışına göç ettirilmesinin mantıklı olacağını iddia etmişti. Ona göre, gidenlerin yeri “kolayca” doldurulabilecekti! Ayrıca, buralara tren yolları yapılmalı, rayların etrafına da Türkler yerleştirilmeliydi.
Üstelik bu hadsiz ve uçuk fikirler, sadece raporlarda da kalmamış, 1934 yılında çıkartılan İskân Kanunu’nda yer alan, “Türk tebaası olmayan ve Türk kültürüne bağlı bulunmayan göçebe aşiretler fertlerini, icaba göre vatandaşlıktan ıskata (çıkarmaya) ve Türkiye dışarısına göndermeye Dâhiliye Vekili selâhiyetlidir.” ifadesiyle kanunî mevzuata da girmişti.
“YERLİ HALKTAN MEMUR YAPMAYALIM”
Kaleme alınan raporların bir diğerinde ise bölgede görev yapacak memurların seçiminde “Halis Türk” tercihinde bulunulması isteniyordu. Buna göre, bazı il ve ilçelere “özel bir yönetim biçimi” getirilirken, memurlardan hiçbirisi yerli halktan olmayacaktı. Tercihan Karadeniz’den toplu göçler düzenlenerek gruplar il ve ilçelere dağıtılacaktı. Valilik bir kolordu karargâhı gibi çalışacak; asayiş, maliye, ekonomi, adliye, kültür, sağlık şubeleri olacaktı. Suçlularla ilgili süreçlerde, idama kadar olan infazlar valinin emriyle gerçekleştirilecekti.
Adliye yöntemi de “basit, hususi ve kesin” olacaktı. Mezralardaki tek tük evlerin yakıp, yıkılması önerileri içeren raporlar da kaleme alınmış ve bütün bu planların gizli tutulması gerektiği vurgulanmıştı.
KÜRTÇEYE CEZA, TÜRKÇEYE ÖDÜL
Umumi Müfettişlerden Abidin Özmen ise Kürtçe diye bir dil olmadığını ileri sürerek, bölge insanlarından sürü sahibi olanların, çobanlarıyla konuşurken kullandıkları tuhaf dilin Kürtçe olarak adlandırıldığı görüşünü savunmaktaydı.
Her şeye rağmen, Kürtçenin bölgede yaygın olduğu gerçeği kabul edilen raporda, Kürtçe konuşan memurlara önce yazılı ihtar verilmesi, devam edilmesi durumunda ise maaş kesintisi ve müteakiben memuriyetten çıkarma cezalarının uygulanması öneriliyordu. Raporla Türkçe konuşan memurlara ödül verilmesi teklifi de getirilmişti.
HALKEVLERİ İLE KÖY ENSTİTÜLERİ’NDEN ŞARKI, KONSER, SERGİ
Müfettiş raporlarında, devre damgasını vuran abartılı Batılılaşma eğilimleri de yer bulmuştu. Buna göre, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki halka yönelik çalışmalarda; etkinlik programları Batı Müziği, tiyatro, resim, heykel kursları ile balo ve konserlerden oluşan Halkevleri’nden yararlanılması önerilmişti. İleriki yıllarda hazırlanan yeni raporlarda ise 1940 yılında açılmaya başlanan Köy Enstitüleri de Halkevleri’yle birlikte zikredilerek, “Türkleri ve Türkçe bilenleri ve Türküm diyenleri kullanmak, bu kurumlarca Türkçe şarkı ve Türküleri öğretmek, bu gruplara ırkî hüviyet ve benliklerini (Türklüğü) iade etmek muvafık görülmüştür.” denilmekteydi. Raporlarda özellikle Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin, bölgede Türk kültürünün yaygınlaşmasına çok önemli katkılar sunacağı ileri sürülmüştü.
Kaynak: www.ensonhaber.com