Vakanüvis, Osmanlı’dan bu yana savunma sanayiinin gelişiminin önüne konulan engellemeleri ve karşılaşılan zorlukları kaleme aldı.
“Savunma”yı
savunmayanlar hep oldu
Vakanüvis
Türkiye’nin son yıllarda,
savunma sanayiinde sergilediği üstün başarılar, birilerini rahatsız etmeyi
sürdürüyor.
Olağan hoşnutsuzlar; ülkemizin güçlü bir savunma teknolojisine
sahip olmasını istemeyen kimi devletler, global odaklar.
Bir de en az dış
çevreler kadar, ülke savunmasına hasım olan ülke içinden siyasetçiler, STK
mensupları, akademisyenler ile gazeteci ve yazarlar var. N.Ş.A.’da tuhaf
görünse de ülkemizdeki “muhalif damar” dikkate alınınca, bu durum aslında çok
uzun zamandır ülkemizde bilinen bir tutum.
Balistik
hesabı yapan padişah
Eski asırların tek savunma sektörü
ve pratik alanı, savaş sahasıydı. Müslüman Türkler, Bizans’ı gelişkin bir
savunma sanayiiyle alt etmişlerdi. Çağ açan hükümdar Fatih Sultan Mehmet,
savunma alanında da ezber bozan bir isim olmuştu. Öyle ki, İstanbul’un fethinde
kullanılan, uzun menzilli, döneminin en etkili topu olan Şahî’nin krokisini mühendis
ekiple birlikte çizmiş, tarihte ilk kez İstanbul kuşatmasında kullanılan havan
topunun tasarım ve balistik hesaplamalarını yapmıştı.
Fatih Sultan Mehmet, savunma
sanayiine önem veren tek isim de değildi elbette. Ondan önce Osmanlı’nın ilk
tersanelerini kuran Orhan Gazi ve Yıldırım Beyazıt, kurulu tersaneleri
geliştiren Kanuni Sultan Süleyman bu padişahlardan bazılarıydı. Yine, Süveyş etrafında
deniz ve kara savunmasına müteallik yeni teknolojiler ile ateşli silahlardaki
teknolojik gelişmeler de dönemin savunma sanayiindeki önemli adımlardı.
Makûs
talih başlarken
Ne var ki, kuruluş ve yükseliş
döneminde savunma sanayiine büyük önem veren Osmanlı Devleti, duraklama ve gerileme
dönemlerinde ise hızla geriye düşmüştü. Yaşanan askerî başarısızlıklar ve malî
açmazların çıktısı olarak 18’inci yüzyıl Osmanlı’nın, Avrupa’nın genel ve
teknolojik üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldığı, buna bağlı olarak da toprak
kayıpları yaşamaya başladığı yıllar olmuştu. Son devir padişahları ile
idaredeki devlet adamlarının bazı girişimleri görülse de bu sahada fazla bir
varlık gösterilememişti.
Alman
Mauser “Mavzer” oldu
Muhataralı zamanlarda devleti
yönetenler, teknolojisi hızla gelişen Batı’dan ithalattan başka bir şeyi pek
düşünememişlerdi. Osmanlı, iyi ilişkiler içinde olduğu Almanya’dan nerdeyse
durmaksızın silah ithal ediyordu. Alman yapımı Mauser piyade tüfeği, Osmanlı
Ordusu’nda standart silah haline gelmişti. Sadece 1897 yılında Türk ordusunun elinde
707 bin 900 adet Mauser bulunuyordu. Bu silah, öyle tutulmuş, benimsemişti ki yalnızca
orduda değil neredeyse hemen her yerleşim biriminde görülür olmuştu. Halk
kültüründeki türkülerde, ağıtlarda bile yer alan “mavzer”in hikâyesi bu yaygın
kullanımdan kaynaklanıyordu.
Cumhuriyet’in
ilk yıllarındaki girişimler
Osmanlı Devleti’nde savunma
için birçok çaba sergilense de son tahlilde devletteki istikrarsızlık, bitmek
tükenmek bilmez savaşlar derken, “beklenen son” gelecekti. Cumhuriyet dönemiyle
birlikte ise savunma sanayii ilk başlarda, topyekûn sanayileşme ve kalkınma
hareketinin temel yapı taşlarından biri olarak kabul edilmişti. Ancak kısa
sürede; yetersiz sermaye, yetişmiş eleman eksikliği, idarî katmanlardaki
çelişkili tutumlar gibi nedenlerle mezkûr sanayide arzulanan ilerleme yine sağlanamamıştı.
Bu dönemde; 1924’te hafif
silah ve top tamir atölyeleri ile marangozhaneler ve fişek fabrikaları, 1925’te
Eskişehir Hava Tamirhanesi, 1925’te Şakir Zümre Fabrikası, 1926’da Kayseri Uçak
Fabrikası, 1927’de Kırıkkale Mühimmat Fabrikası kurulmuştu. Ayrıca Haliç’te
Nuri Killigil silah ve mühimmat fabrikası faaliyete geçmişti. Alman Junkers’le
ortaklaşa kurulan Tamtaş dönemin önemli savunma sanayii kuruluşlarından
biriydi. Nuri Demirağ’ın, içinde dünyanın en pahalı rüzgâr tünelinin de
bulunduğu havacılık sanayi ise göz kamaştıran bir teknik kompleksti.
Uçtuğu
için hapse attılar, Danıştay diplomasını iptal etti
Bu güzel gelişmeler
yaşanırken, bir yandan da adeta “gizli bir el” (!), bu çabaların akamete
uğraması için çalışıyordu. Bu çaba en çok da kimi bürokratlar ile sermaye
çevrelerinde görülüyordu.
Birinci Dünya Savaşı ve Millî
Mücadele kahramanı olan Pilot Vecihi Hürkuş, bu baltalamalara en fazla muhatap
olan isimlerden birisiydi. Cumhuriyetin ilanından sonra tamamen kendi girişimi
ve finansmanıyla adını taşıyan birçok uçak üretmişti. Ancak bu girişimleri
kendisine ödülden ziyade ceza getirmiş, ürettiği uçakları izinsiz kullandığı gerekçesiyle
hapis cezasına dahi çarptırılmıştı.
Yeşilçam’ın
“Gülünç Vecihi”si
Havacılık sevdasından
vazgeçmeyen Vecihi Hürkuş, ilk sivil havacılık okulunu, ilk özel havayolları
şirketini kurduğu halde 1950’lere kadar uzanan süreçte sürekli karşısına çıkartılan
engellerle boğuşmuştu. Okulundan mezun olanların diplomalarına devlet denklik
vermemiş, Hürkuş’un Almanya’da eğitim görüp aldığı mühendislik diploması
Danıştay marifetiyle iptal edilmiş, Türk Hava Kurumu bir sürgün kararıyla
kendisini Van’a tayin edince de bütün bu çabalara son verip köşesine
çekilmişti.
Günümüzde Vecihi Hürkuş için
iade-i itibar sayılacak girişimlerde bulunulsa da uzun yıllar bu isimle ilgili
medyatik belki de tek üretim, “Gülen Gözler” filmindeki “gülünçleştirilmiş”
karakter “Vecihi”ydi. Devletteki hâkim damar ile İstanbul sermayesinin
kendisinden neler beklediğini her zaman iyi bilen “Yeşilçam esnafı”, iyi bir
Vecihi Hürkuş filmi çekmek yerine bu tarihî şahsiyete sarkastik bir gönderme yapmıştı.
THK
uçak siparişi verdi, sonra iptal etti, en sonunda fabrika battı
Türkiye’nin ilk
sanayicilerinden biri olan Nuri Demirağ, öncelikle demiryolu alanında faaliyet
göstermişti. Zaten soyadını da bu faaliyetlerinden ilhamla seçmişti. Demirağ,
demiryolu hizmetlerinin yanı sıra hava harp sanayiinde de önemli işlere imza
atan bir isimdi.
İstanbul Beşiktaş’ta Tayyare
Etüt Atölyesi’ni kuran Nuri Demirağ, burayı kısa sürede bir uçak fabrikasına çevirmişti.
O, devlet katları ile basından gelen, “Batılı ülkelerden lisans alıp Türkiye’de
üretelim” telkinlerine karşı çıkıyordu.
Özgün tasarım peşinde olan Demirağ, yerli
üretim için büyük yatırımlar yapıyordu. Döneminin dünyadaki üçüncü büyük Rüzgâr
Tüneli’ni Ankara’ya o kurmuştu. Kendi imalatı “Nu. D 36” isimli uçak ilk
zamanlar – nasıl olduysa – THK’dan büyük bir sipariş almıştı. Demirağ, 1936
yılında 10 uçak ve 65 planörü tamamlamış, ne var ki THK yönetimi siparişleri
iptal ederek bu uçak fabrikasının adeta ipini çekmişti. Bu engellemelerle
boğuşan Nuri Demirağ, 1950’lere gelirken daha fazla dayanamayarak sektörden
elini ayağını çekmişti.
Silah
fabrikası, sahibiyle birlikte havaya uçuruldu
Türk savunma sektöründe büyük
fedakârlıklarla varlık göstermeye çalışan bir başka isim de Nuri Killigil’di. İttihat
ve Terakki Partisi lideri Enver Paşa’nın kardeşi olan Nuri Paşa, Cumhuriyetin
ilk yıllarında ise savunma sanayii alanında girişimlerde bulunan bir işadamı
olmuştu.
İstiklal Madalyası sahibi de
olan Nuri Killigil, 1930’ların başında İstanbul Zeytinburnu’nda bir silah fabrikası
kurmuştu. TSK’ya silah, mermi, top mermisi ve tap üreten Killigil, İkinci Dünya
Savaşı süresince uçak bombası da imal etmişti. Ürettiği mermi ve ekipmanı
Suriye, Mısır, Pakistan’a ihraç da eden Killigil daha sonra fabrikasını Haliç
Sütlüce’ye taşımıştı. Ancak 2 Mart 1949 tarihinde Sütlüce’deki fabrikada birden
peş peşe patlamalar meydana gelmiş, aralarında Nuri Killigil’in de bulunduğu 27
kişi hayatını kaybetmiş, fabrika da kullanılamaz hale gelmişti. Olayla ilgili
pek çok sabotaj emaresine rağmen silah fabrikasına ne olduğu bugün bile
aydınlatılamamış durumda.
Savunma
sanayii kompleksi soba fabrikası oldu
Bulgar Parlamentosu’nda Varna
Türk Milletvekili olarak görev yapan hukukçu Şakir Zümre, savaş sonrası
Türkiye’ye gelerek savunma sanayiine girmişti. Zümre’nin fabrikasında çeşitli silah
ve cephanenin yanı sıra ilk Türk denizaltı su bombaları ile ilk uçak bombaları da üretilmişti. Tesis ihracata
da başlamıştı. Ne var ki, Şakir Zümre Silah Fabrikası zaman içerisinde ABD’nin
yaptığı silah yardımları sebebiyle zor duruma düşecek, bir süre sonra savunma
alanındaki faaliyetini tamamen durdurup, “soba fabrikası”na dönüşecek, ayrıca
İş Bankası’na kumbara üretecek, 1970 yılında ise tamamen kapanacaktı.
Fransız
tankına güvendik, Hitler Paris’i işgal edince tanklarımızı alamadık
Cumhuriyet’in ilk yıllarından
1940’lara gelinen süreçte, savunma sanayii böylesi gelişmeler ve baltalamalara
sahne olan Türkiye, yerli sermaye ve yetişmiş elemana dayanmayan, bütüncül bir
bakış açısından mahrum yaklaşımıyla İkinci Dünya Savaşı günlerine gelmişti.
Savaş öncesi Sovyetler
Birliği’nden aldığı 60 adet T-26 ve 5 adet T-27 tankı ile 60 adet BA-6 zırhlı araçla
ilk zırhlı birliklerini oluşturan Türkiye, Batı dünyasındaki teknolojik
gelişmeler nedeniyle kısa sürede demode modellerle baş başa kalmıştı. Bunun
üzerine alternatif arayan yönetim, İngiltere ve Fransa’dan yeni tanklar alma
girişiminde bulunmuştu. Bu çerçevede, İngiliz Stuart ve Valentine tanklarından
400’ü TSK envanterine girmişti. Yine, 1940’ta Fransa’dan 50 adet Renault R-35
hafif tankı anlaşması yapıldıysa da başta Paris olmak üzere Fransa Alman
işgaline uğrayınca bir kısmının parasını verdiğimiz halde Renault tanklar
Türkiye ulaşamamıştı.
ABD:
Kıbrıs’ta bizim silahlarımızı kullanamazsınız
Türkiye, 1964 yılında,
Kıbrıs’ta Türklere karşı Rumlar tarafından yapılan terör eylemlerini ve
ayrılıkçı hareketleri önlemek adına askeri müdahale kararı almıştı. Ancak önceden
harekât bilgisinin verildiği ABD yönetimi, bu meşru talebe destek olmak yerine
zehir zemberek bir mektupla Türkiye’yi tehdit etmişti.
ABD Başkanı Lyndon B. Johnson
tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye gönderilen mektupta özetle Türkiye’nin
Yunanistan ile gerilim çıkartmasının kabul edilemeyeceği, bunun olması halinde,
eğer Sovyet Bloğu’ndan Türkiye’ye bir saldırı gerçekleşirse NATO’nun, bir NATO üyesi
olan Türkiye’nin savunulması konusunda çekimser kalacağı belirtilmişti.
Mektupta ayrıca, bir Kıbrıs operasyonunda ABD’den alınan silahların
kullanılamayacağı da ihtar ediliyordu.
Türkiye, Rumların saldırılarının
artırması üzerine yine de bir girişimde bulunacaktı. Yetersiz donanma gerçeği ve
ABD Başkanı’nın Amerikan 6. Filo’ya Türk gemilerine müdahale emri vermesi nedeniyle
Ankara için sadece hava harekâtı seçeneği kalmıştı. Sonuçta kısmî bir hava taarruzuyla
yetinilmişti. Kıbrıs’ta işler, takip eden on yılda daha da kötüye gidince, 1974
yılında merhum Necmettin Erbakan’ın koalisyon ortağı olduğu Bülent Ecevit’in
Başbakanlığındaki CHP-MSP Hükümeti Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlatmıştı.
Parası
ödenmiş F-4’ler ile bakıma giden C-130 Herküllere el konuldu
Ancak bu harekât, bir yanıyla
da Türk ordusunun tek bir kaynağa bağımlı kalmasının acı neticelerini gözler
önüne sermişti. ABD yönetimi, Kıbrıs için ders vermek istediği Türkiye’ye 5
Şubat 1975’ten 26 Eylül 1978’e kadar sürecek bir silah ambargosu uygulamıştı. O
dönemde neredeyse tüm silah, gemi, uçak, tank ve zırhlı araçları ABD menşeili
olan Türkiye bu ambargonun etkilerini derinden hissetmişti. Parası ödendiği
halde F-4 Phantom savaş uçaklarına el konulmuş, bakım için ABD’de bulunan C-130
Herkül nakliye uçakları geri gönderilmemiş, diğer NATO ülkelerinin Türkiye’ye
silah satışı da engellenmişti.
Bu gelişmeler Türkiye’yi,
yerli ve milli savunma sanayiinin elzemliğine ikna etmişti. Savunma alanında bağış
toplayan kurumlar birleştirilerek Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı
(TSKGV) bu dönemde kurulmuş; vakıf bünyesinde bugünün lider sivil savunma
sanayii şirketleri oluşturulmuştu.
– Rahmi Erkut Erdinçler,
“Türkiye’de Ulusal Güvenlik Politikaları ve Savunma Sanayii Yönetimi İlişkisi”,
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara
2021
– “Osmanlı’dan Günümüze
Savunma Sanayii”, M5 Dergisi, 14 Mayıs 2018
Kaynak: www.ensonhaber.com